Anne babalarla çocuklar arasında çok büyük insani bir değer farkı oluştu. Eskiden büyük sülaleye dayalı bir aile yapımız vardı. Geniş ailesinin içerisinde çocuklar güvenle ve sevgiyle büyür, aile içindeki imece kültürü, değişik sebeplerle dışarıdan tehditlerin geldiği zor zamanlarda bile aileyi ayakta tutmaya yeterdi. Bu dönemde genellikle kasa ailenin en büyüğünün sorumluluğundaydı. Ve kazançlar çok adaletli bir biçimde (bölüşülmez) ortaklaşa kullanılır ve harcanırdı. Gelir arttıkça, bilge yaşlılar, bunu kendi keyifleri için değil, sülaleye yeni katılacak olan çocukların refahı için kullanırdı. Sülalenin tek hedefi, yeni doğan bebeklerin yaşatılması, beslenmesi, büyütülmesi ve yetiştirilmesi üzerineydi.
Sonra modern zamanlar geldi. Evler de küçük geldi. Halbuki daralan, dar olan evimiz değil, gönlümüzdü. Büyük geniş evlere çıkıldı. Ama her gittiği yere kendini götürdüğünün farkına varamadı insan. Oradaki de aynı kendisiydi. Biraz kendisiyle baş başa kalmak istedi. Koptu sülalesinden. Hayatını daha özgürce yaşamak istedi. Uzaklaştırdı anne babasını evden. Kendi başına buyruk olmak istedi, çekildi kendi özel odasına. Ama yine de huzursuzdu. Dubleks’i triplekse çevirdiğinde de hat trick yapamadı mutluğunu. Bahçesine yüzme havuzunu, bodruma gömme jakuziyi yaptığında da gitmedi negatif enerjisi. Gol üstüne gol yiyen kendisiydi hayattan.
Alışveriş psikolojiye iyi gelir dediler, olmadı. Marka giyin, imaj her şeydir dediler, olmadı. Terapi bu işi çözer dediler olmadı. Hangi psikoloğa gittiyse huzursuzluğunu gitmedi. Hapı yutmuştu, tabiri caizse ama bunun acısını almak için yuttuğu haplar da ağrısını kesmedi. Ne telefonu en güzel olduğu için güzelleşti konuşması. Ne de akıllı bir telefona sahip olmak akıllandırdı onu. Parasının yetmediği yerde krediler ve kredi kartlarına yüklendi, olmadı. Halbuki büyük dedesi Şeyh Edebali; ‘Ey Oğul! Bil ki bereket büyüklerle beraberdir’ demişti, asırlar önce. Başına gelen türlü salgın, afet, deprem, hastalık ve musibetlerden de ders almadı.
Sonra o bencil ve egoist hayatında, kendisini karşılıksız seven, toruna bakmak için bakıcı parası almayan, bir şey öğretiyorsa ders ücreti istemeyen, bir şey paylaşıyorsa katkı payı beklemeyen, büyük fedakarlıklarla kendisini büyüten, besleyen ve yetiştiren anne babasını, nine ve dedesini, tüm hısım ve akrabasını, kökleri olan o büyük ve geniş sülalesini hatırladı insan! Dün gibi kulaklarındaydı o eşsiz mutluluk ve huzur melodisi. Ne kadar da anlamlı geliyordu şimdi ona ‘Geçmiş zaman olur ki hayali cihan eder’ sözü. Hayatı film şeridi gibi geçti, gözlerinin önünden…
Ve yaşlı gözlerini silip, elindeki çiçekleri önündeki mezara bırakıp, usulca kalktı, oturduğu mezarın kenar mermerinden. Vakit çok geç değildi ama, artık çok geçti.
Ama madem ki bu kitabı aldınız.. Artık çok geç olmadan, bu kitabı aldınız. Kim bilir, belki de şimdi ‘artık çok geç’ değildir; Aile Merkezli Bir Hayat için? Ne dersiniz?
BU KİTAP NİÇİN YAZILDI?
Bir insanın 4 yaşam alanı var;
Kendisi ile ilgili Kişisel hayatı
Ailesi ile ilgili Ailevi hayatı
Arkadaşları ile ilgili Sosyal hayatı
Ve çalıştığı işi ile ilgili Kurumsal hayatı.
Kişisel, Ailevi, Sosyal ve Kurumsal Hayatı.
Yani baş harflerinden yola çıkarsak, kısaca; K.A.S.K.!
Bildiğiniz gibi “Kask”, bisiklet veya motosiklet sürerken, başımızı koruması için taktığımız bir koruyucudur. İşte aynen böyle, K.A.S.K. alanında yapacağımız tüm faaliyetler de bizi korur.
Ancak burada çok hassas bir nokta vardır. İnsanlık eski çağlardan bu yana, kendi mutluluğu ve gelişimi için sayısız seçenekler denedi ve hâlâ da deniyor.
Bazılarımız, buna göre Kişisel hayatı önceledi. Kendini yetiştirdi, geliştirdi. Eğitimler aldı. Beceriler kazandı. Hobiler edindi. Dünyayı gezdi. Yedi, içti, eğlendi. Bunların hiçbirine karşı değilim elbette. Ama sırf kendini önceleyen, kendine odaklanan insanla, çevresi arasındaki uçurum açıldıkça insan, hayatın merkezinden uzaklaştı. Bencilleşti. Gözünü hırs, gönlünü kibir bürüdü. Aslında kendini daha değerli hale getirmek için yaptığı tüm çabalar, onu daha değersiz, sevimsiz, toplumdan uzak, yapayalnız bir konuma getirdi.
Bu uzaklaşmanın acısını gören bir başka kesim de Sosyal Hayatı önceledi. Onlar için varsa yoksa arkadaşlık, sosyal faaliyetler. Networkündeki kişileri arttırmak. Daha fazla toplum içinde olmak. Sosyalleşme. Sosyal faaliyetler. Yaptıkları her şeyi arkadaşla yapmak, gittikleri her yere arkadaşla gitmek. Aslında güzel gibi görünüyor göze. Ama hayat arkadaşını, evini ve ailesini unutup, dışarıyı önceleyen bu yaşam tarzı da mutluluk vermedi. Kafeler, kahvehaneler çok kazandı bu tiplerden. Çünkü onların daimi müdavimleri oldular. Ama evler ıssızlaştı. Yalnızlaştı. Garipleşti. Çalıntı malla borç ödenmiyordu işte. Aileye ayırmaları gereken vakti, sosyal hayatta (hayat arkadaşından çalıp) diğer arkadaşına harcayan insan ne kendi mutlu oldu ne de diğerlerini mutlu edebildi. Ne de ailede huzur kaldı.
Bazılarımız Kurumsal hayatı önceledi. Kariyer yapma arzusu çok anlamlı gerekçelere dayanıyordu. Çoluk çocuk, geçim derdi… Sonuçta kim için çalışıyordu ki? Kim için kazanılıyor ve kim için harcanıyordu gelir? Derken bu saçı süpürge ettikleri dönemde, sadece işe odaklandıklarını görmeleri imkansız hale geldi. Hayat – Kariyer Maçında, skor hep kariyer adına artıyor ama hayat kaybediyordu. Çalışmalar yetmeyince, fazla mesailer, erken gitmeler, geç gelmeler… O da yetmeyince ikinci işler… Üçüncü kariyerler… Derken hem Kişisel hayatları hem Sosyal hayatları hem de Ailevi hayatları zarar gördü bu işten.
En tehlikelisi de buydu. Çünkü iyi bir işkolik olmanın ilk yolu, evi, arkadaşı kendini işi için feda etmekten geçiyordu. 10 yıl, 20 yıl izin bile kullanamayan, tatile bile gidemeyen bu tipler, iş dünyasının da tam aradığı elemanlar olduğu için, hızla çoğaldı. Ama sağlıkları buna pek fazla dayanmayacaktı. Sağlıklarını da kaybedip kazandıkları para, ömürlerinin son döneminde, emekli olup eve döndüklerinde; kendilerinden uzaklaşan bir eş ve kendilerine çok yabancılaşan çocukları geri kazanmalarını sağlamayacaktı. “Hiçbir başarının, evdeki başarısızlığı telafi edemeyeceğini” anladıklarında, iş işten epey geçmiş olacaktı. Üstelik bu sefer kaybettikleri sağlıklarını geri kazanmak için, biriktirdikleri parayı da (kazandıkları süreden çok daha hızlı bir şekilde) harcamaları gerektiğini gördüler. Kariyer koşturması, kazandıkları parayı harcasalar bile elde edemeyecekleri sağlıklarına mal olmuştu.
Değerli Doğan Cüceloğlu Hocam: “Hayatta aile başarınız yoksa diğer başarılarınızın tadını çıkartamazsınız” diyor. Peki biz de ilk başta Aile Hayatı’nı önceleyip, Aile Merkezli Bir Hayat kursaydık nasıl olurdu acaba?
Eşine değer veren, onu seven, ona vakit ayıran, onu dinleyen, onun maddi ve manevi ihtiyaçlarını önemseyen, ona en iyi bir şekilde davranan bir eş olunsaydı ilk başta.
Aynı şekilde, çocuklarını seven ve onlara vakit ayıran, onların büyümesine ve gelişmesine şahit olan bir ebeveynlik türü geliştirilseydi.
Aile etkinlikleri ile ev bir sevinç yuvasına dönüşse, aile üyeleri bir sevinç yumağı oluştursa.
Akrabaların, komşuların da gıpta edip imrendikleri bir hayat tarzı benimsense.
Aile bireyleri sorumluluklarının farkında, aile değerlerini benimsemiş, ahlaklı ve ilkeli bireyler olsa.
Eve gelindiğinde huzur kokan bu yuvada birlikte yenilen yemekler şifa olsa. İnsanlar huzurla günü kapasa.
Sabah ailece günün en önemli buluşması kahvaltıda birlikte olunsa. Keyifle yapılan kahvaltının ardından dualarla işe uğurlanan insanın, kendini ve işini de geliştireceği çok açık değil mi?
Evde kavga varsa, sabah işe keyifsizce gelen bir çalışanın verimliliğinin yarısı zaten gitmiş oluyor.
Ailede sorunlar varsa, aklı fikri evinde olan bir çalışanın aklını işine vermesini, işini geliştirmesini, işe olumlu katkılar sağlamasını beklemek de beyhude değil mi?
Elinizdeki bu kitap, toplumsal açıdan yaşadığımız bu önemli soruna bir çözüm önerisi ile yazılmıştır.
Durun. Ümitsizliğe kapılmanın bir manası yok. Çünkü çözüm var; Aile Merkezli Hayat!
Aileyi merkeze aldığımızda, kendimizi ihmal etmiş olmuyoruz. Bilakis Kişisel Hayatımız için en önemli müttefikimiz olan Ailemizden sınırsız, ücretsiz, samimi ve sürekli bir destek almış oluyoruz.
Her şeyi yerli yerinde planlayarak uyguladığımız bu hayat modelinde, gittikçe mükemmelleşen ve en yakın çevresi ailesi ile birlikte gelişen insan, kişisel hayatında kendi mükemmelliğini ve profesyonelliğini işine de kolayca aktarabilecek bir yetkinliğe ulaşıyor.
Evinde huzurlu, işinde mükemmel böyle bir kişinin yakın arkadaş çevresinde de nasıl bir sosyal kabul görebileceğini hayal edebiliyorsunuzdur.
Umarım bu kitap, sizin KASK’ınızın da Aile Merkezli Bir Hayat ile Kişisel, Sosyal ve Kurumsal hayatınızda mutlu, huzurlu, sağlıklı ve başarılı olmanız için güçlenmesini ve mükemmelleşmesini sağlayabilir.
Unutmayın aile en sağlam kaledir ve kaleler her zaman içeriden fethedilir. Kendimizi yüksek başarılar için dışarıdaki büyük maceralara attığımız şu modern hayat ve çalışma tarzımızda, eve dönüp, kaleyi sağlamlaştırmanın da tam vakti değil mi?
Münir Arıkan
Düşünce Koçu
SON SÖZ
Ben 8 yaşında annesini kaybetmiş bir kişi olarak, ailece yapılan etkinliklerin tadına varamadan büyüyen bir çocuktum. İmrenirdim, sağ olan anne ve babasıyla birlikte yaşayan çocuklara. Ama onlar da anne babalarıyla pek geçinemezlerdi. Şaşırıp kalırdım. Hani Hoca Nasreddin sormuş ya bakkala. Bu yağ, un, şeker senin mi diye. Adam da benim deyince, be adam demiş ne duruyorsun, helva yapsana. Aynen öyle. Benim hayatımda malzeme eksikti. Hayatları tastamam olanların hayatında ise lezzet. Yine de tadı damağımda kaldı o kısacık 8 yılın. Rahmetli annem çok özel ince uzun alüminyum kek kalıplarında kek pişirirdi. Dünyanın en güzel keklerini pişirirdi. O kadar lezzetliydi, o kadar lezzetliydi ki onunla son kekimizi yemenin üstünden geçen 40 yıl sonra bile, tadı damağımdaydı. Bir gün acaba dedim, onun o güzel keklerinden biz de yapabilir miyiz? İnat ettim. Tıpkısının aynısını yapmak için. Anneannem de vefat ettiği için, o tarifi alabileceğim hiç kimse yok hayatta. Rahmetli, o zamanların meşhur kadın ve ev dergisi olan “Hayat Mecmuası’nı takip ederdi. Sahaflardan, internetten araya sora, en sonunda onun tarifi aldığı sayıyı buldum. Hatta bit pazarından o eski kek kalıplarını bile buldum. Eşim Çerkez Kızı Sema Hatun’la malzemeleri büyük bir kuyumcu titizliğinde karıp, aynı tarifle yaptık. Pişirdik. Ve yedik de. Birkaç lokma aldıktan sonra baktım ki, tarifi aynı olsa da bu da o lezzet değildi ve birden bir daha o lezzeti asla bulamayacağımı fark ettim hayatımda. Çünkü onunla birlikte yemekteydi lezzet. Şimdi bu satırları okuyan büyük çoğunluğun benim gibi öksüz olmadığını biliyorum. İçi neşe dolu bir ev, kalbi sevgi dolu bir anne baba ve anne babasına muhabbetle sarılan çocuklar kadar hiçbir şeyi özlemeyeceksiniz, kaybettikten sonra. Ev, araba, mal mülk, yazlık, kışlık, cep telefonu, bilgisayar… O kadar anlamsız kalacak ki, eğer annenizi kaybederseniz, babanızı kaybederseniz ve Allah korusun evladınızı , o cennet kokusu evladınızı kaybederseniz. Hazır şimdi daha kaybetmemişken, henüz daha imkan varken, bir muhabbet zinciri kurabilirsiniz diye düşünüyorum. Yaşanan yaşandı geçmişte kaldı diyerek, yeni bir sayfa açabileceğinizi düşünüyorum. Yeniden Aile Merkezli Bir Hayat. Ve bunu kendimize zehir etmeye gerek yok inanın!
Aile Merkezli Hayata geçmek pat diye olmaz. Bunun için kitap boyunca, tüm bölümlerde belli etkinlikler ve farkındalığınızı arttırıcı Koçluk Sorularıyla, bu geçiş sürecinize destek olmayı amaçladım.
Kitaplar tıpkı eczane reçetesi gibidir. İnanmadığınız bir doktorun aslında isabetle tam teşhis ettiği derdinize deva olacak ilaçlarını kullanmadığınızda, şifa gelmez. Ya da ona inanmaya inanmaya kullandığınızda da şifa çok zordur. Ama çok sevdiğiniz bir doktorun isabetli teşhisine, siz de içinizde o yüksek inançla ve düzenli kullanımla destek olursanız, bu sefer şifa çok hızlı gelecektir.
Ben ikinci tip doktorunuz olmak isterim. İsabetli ve güvenilir. Düzenli okumalarınız, okuduğunuz bölümlerdeki etkinlikleri yapmanız, bölüm sonu koçluk sorularına cesur cevaplar vermeniz durumunda, Aile Merkezli Bir Hayat’ın tüm sevgi kollarıyla sizi sarıp sarmaladığını göreceksiniz.
Etkinlikler burada birlikte zaman geçirmeniz için bir araç. Birbirinizi daha maskesiz göreceğiniz, daha fazla tanış olacağınız ve tanıdıkça kaynaşacağınız bir araç.
Etkinlikler, sizin daha fazla empati kurmanızı sağlar. Böylece birbirinizi daha iyi anlayabilir ve birbirinizin hayatı hakkında yorum yapma hakkı ve yeteneğine sahip olursunuz. Etkinlikler ailenin vitaminidir. Dopaminidir. Seratoninidir. Oksitosin ve Endorfinidir. Mutluluk hormonlarınızdır. Kahırla değil, keyifle yapıldıkça, tıpkı bir puzzle’ın ortaya tek bir parça koymakla başlayan o anlamsız ve sonucu tahmin edilemez başlangıcı gibi pek bir fikir vermeyebilir. Ama sürekli yapıldığında, yavaş yavaş belirmeye ve netleşmeye başlar. Etkinlikler ve koçluk soruları, içinizdeki asıl sizi bulmanız ve aile içinde onların da asıl sizle tanışabilmesini sağlar.
Bedensel, fiziksel duygusal, düşünsel ve ruhsal hayatınızın uyumlaştırılmasını ve birbirinizle kalibre edilmesini sağlar. Etkinlikler geliştirmez. Onları birlikte yapma arzunuz ve duygunuzdur, sizi geliştiren. Birbirinize beslediğiniz sevginiz, birbirinize karşı duyduğunuz saygınızdır. Birbirinize karşı beslediğiniz duygularınızdır. Geleceğe dair umutlarınızdır. Birbirini bu şekilde çok iyi tanıyan aileler, birbirlerine daha fazla yardımcı olurlar. Anlayışlı olurlar. Merhametli olurlar. Affedici olurlar. Daha güzel konuşur, daha kaliteli düşünür ve daha olumlu planlar yapar ve uygularlar. Bu da onların geleceğinin ve gelecekteki onların daha iyi olmasına yardım eder. Kariyer daha iyi bir gelecek hayalidir. Ama gelecek sadece kariyer değildir. İçinde K.A.S.K. Alanınızdaki tüm kişisel, ailevi, sosyal ve kurumsal unsurları barındırır. Anne babalar, çocuklarımız iyi bir kariyere sahip olsun kaygısına kurban veriyorlar çocukları. Çocuk daha ana okuluna başlar başlamaz kesiyor akraba ziyaretlerini, komşu ziyaretlerini. Akşam evde kimseyi ağırlayamaz hale geliyorlar. Sebep? Çocuğun ödevinden daha büyük sebep mi var? O ödevler bitecek! O kadar! Bu sefer çocuk tipik bir ödevmatik oluyor. Ödev kaygısı yüzünden, çocuklarda bir eve gitme fobisi başladı farkında mısınız? Eve gelmek istemiyor çocuk. Çünkü geldiği anda o başını çatlatan ödevlerle baş başa kalacak. Fobiler, korkular, kaygılar… Güya biz bunları yetiştiriyoruz öyle mi? Yetiştirme sadece okul ve sınav odaklı olduğunda, aradan müthiş bir tabakayı kaybediyoruz. Karakter ve kişilik katmanı, erozyona uğruyor. Çocuk at yarışı bitene kadar, o da çatlamazsa koşuyor. Kimse onun kişiliğini, karakterini, ahlakını, erdemini, fedakârlıklarını, acılarını gündeme getirmiyor. Orada bir sınav var uzakta. Girmesen de bir gün gireceksin nasıl olsa. O sınav senin sınavındır. Zavallı çocuk essahtan sınav belliyor hayatın gayesini. Kazanıyor, geçiyor ve bir de bakıyor ki kocaman bir fısss!
Hayatın o alıştığı hayat olmadığını görüyor mezuniyetinden sonra. Seçenekleri kendisi bulması gerektiğini, öyle çoktan seçmeli soruların sadece okullarda olabileceğini… Karar vermenin çok stratejik bir eylem olduğunu. Riske girmeden kazanç gelmediğini…
Sonra oturup hayıflanıyor genç adam. Ya bana bunları çocukluğumda verseydiniz ya. Beni çocukluğumda keşfetseydiniz, doğru anlasaydınız. İyi yönlendirseydiniz…
Evet, bunu diyen o çocuklar yok şimdi burada, şu anda. Siz varsınız. Siz ve o güzel aileniz. O filmi yaşamadınız siz. Sizin film daha başta. Henüz başında. Kendinizi keşfedip, ailece tanışıp, aileyi merkeze alıp, şöyle ölmeden önce yapılacak 100 şeyler listesini çıkartıp, daha dolu dolu yaşayabilirsiniz hayatı. İnanılmaz bereketini göreceksiniz…
Münir Arıkan
Düşünce Koçu
İstanbul, Korona Karantinası, 20 Mart 2020
SAYFA SAYISI: 331
DİL: TÜRKÇE
YAYINEVİ: HAYAT YAYINEVİ